Bu yazı sağlık alanında sorumluluk hisseden hemşirelik camiasınadır.
Yaşantı yoluyla öğrenme belki günümüzde eğitimden uzaklaştırdığımız en önemli öğrenme yöntemi..
Hemşirelik öğrencilerimizin çoğunun hemşirelik müfredatını nedenle niçinlerle sorduğu soruların cevaplarını eğitim etkinliklerinin içerisine yediremediğimiz için hemşirelik öğrencileri müfredatı yüzeysel ediniyorlar. Bunu özellikle temel bilimlerin olduğu birinci ve ikinci sınıfta çok görüyoruz.
- Histoloji ne işime yarayacak hocam?
- Biyokimya ne işime yarayacak hocam?
- Patoloji ne işime yarayacak hocam?
- Farmakoloji ne işime yarayacak hocam?
Bu tarz soruları her ders için soran öğrenci ile karşılaşmışsınızdır. Yazıyı okuyan bir öğrenciyseniz bu soruların birini sormuş olma ihtimaliniz yüksektir.
Peki bu mikrobiyoloji için soruldu mu?
Gözlemlerim hem de büyük bir oranda sorulduğunu gösteriyor.
Peki Hemşire ve salgın..
Bu ikili ne zaman bir araya geldi. Türkiye’deki salgın gerçeğini ne zaman öğrendik? Koronavirüs salgını öncesinde bizler için ne kadar gerçekti salgın? Örneğin dışarıda bir yerde yemek yerken kriterlerimizin arasında, yemeğin sunuluş şekli, tadı, lüks mekanda sunulması, marka olması gibi özelliklerinin yanında bir de hijyen için uygunluğu var mıydı?
Seçimlerde belediye başkanları ve milletvekilleri bizden oy istediklerinde sizin enfeksiyon salgınları ile ilgili projeleriniz nelerdir diye sormak aklımıza geldi mi hiç…
Neden hemşirelik fakültelerinde öğrencilerine en son bilgileri, meslek hayatlarında büyük bir ihtimalle görmeyecekleri sendromları, bu da yeni bulundu diye, bir çok mikroorganizmayı öğretirken, ‘dünya küresel salgınlara maruz kalıyor’ diyerek, programa bulaşıcı hastalıklar ve salgın yönetimi gibi dersleri eklemedik?
Neden bu kadar çaresiz kaldık salgın karşısında, bu kadar hazırlıksız yakalandık? Oysaki eğitimimizin amacı insanımızı ve toplumu geleceğe hazırlamaktı. Yoksa biz şu gelecek işini fazla mı abarttık. Veya şimdinin sorumluluklarından, sokaktan, kendimizden kaçmak için oluşturduğumuz bir savunma mekanizması mıydı? Geçmişi olmayan, daha doğrusu geçmişini bilinç düzeyine taşıyamayanların şimdiki anlarının da olamayacağını, Tanpınar’ın ifadesi ile söylersek, tarihiliğini yani devamlılığı ve bütünlüğü kaybeden toplum ve kişilerden ancak ‘yaratılış ucubelerinin’ doğabileceğini unuttuk mu?
İsterseniz bütün bu soruları değiştirerek bir de şu şekilde soralım. Çağdaşlık evrensellik ve objektiflik adına kişisel ve toplumsal yaşantılarımızdan, üzerinde yaşadığımız toprakların kendi özelinden arındırdığımız; öznellikten kaçmak için zihinlerimizi ve duygularımızı paranteze aldığımız, daha doğrusu aldığımızı sandığımız, yaşantıdan kopuk, steril programlarla; hemen yanı başındaki sokaklarda yaşanan hayattan kopuk izole sınıflarda yürüttüğümüz ve pratiği çoğu zaman öğrencileri sokakların zararlı etkilerinden korumak (tabii onları sokaklardan, aileden, toplumdan vs kopararak) şeklinde yaşanan bir eğitimle; acaba başka türlü bir sonuç mümkün mü idi bizler için?
Cevap sizlerde..
Taner O. / İzmir